Tenis dünyasının en saygı duyulan isimlerinden Roger Federer’in, 2024 yılında Dartmouth College mezuniyet töreninde yaptığı konuşmada kullandığı “Çabasızlık bir efsanedir.” ifadesi, başarıyı nasıl ve nereden okumamız gerektiğine dair güçlü bir çerçeve sunar. Federer bu cümleyle, yıllardır kendisi hakkında yapılan terlemeden, zahmetsizce kazanıyor yorumlarına bilinçli bir itirazda bulunur.

Federer, rakiplerinin aksine uzun süreli maçlarda yüzü ve tişörtü neredeyse hiç terlemeden, sakin bir beden diliyle oynayan bir sporcu olarak bilinir. Ancak bu görüntünün ardında, kariyerinin ilk yıllarında fark ettiği bir gerçek vardır: Üst seviye bir tenisçi olabilmek için sızlanma, öfke patlamaları, raket fırlatmaları gibi davranışları geride bırakması gerektiğini erken yaşta anlamıştır. Kendisini “çabasız” gösteren algının ise turnuvalardaki ısınma antrenmanlarında sergilediği rahat ve doğal tavırlarından kaynaklandığını ifade eder.
Konuşmasının devamında Federer, ulaştığı başarıların saf yetenekle açıklanmayacağını dile getirir. Rakiplerinin güçlü yönlerinden kaçmak yerine, onların güçlü olduğu alanlarda karşılık verebilmek için çok çalıştığını söyler. Bu süreçte ciddi riskler aldığını, oyununu tek bir özelliğe yaslamak yerine birden fazla güçlü yön geliştirmeye odaklandığını özellikle vurgular.
Federer’e göre yetenek önemlidir ancak geniş tanımı olan bir kavramdır. Kendine güvenmek, disiplinli olmak, süreci sevmek ve hayatı yönetebilmek de birer yetenektir. Bazı insanların bu özelliklerle doğduğunu ya da iyi bir okulda okumanın bunları kendiliğinden kazandırdığını düşünebileceğini söyler. Ardından şu cümleyi ekler:
“Bırakın öyle düşünsünler. Buraya gelmek için ne kadar çok çalışmak gerektiğini bilmiyorlar.”

Ve konuşmasını şu ifadeyle bağlar: “Benim en büyük yeteneğim, çalışmayı sevmemdi.”
Federer’in müsabaka sırasında sanki hiç kendini zorlamıyormuş gibi görünen hali, bisiklet dünyasında Mathieu Van der Poel için de sıkça dile getirilir. Blog yazılarımı yakından takip edenler, onunla ilgili daha önce yazdığım yazılara rastlamış olabilirler. Van der Poel, özellikle Paris- Roubaix, Milan- San Remo ve Paris- Nice gibi tek günlük bahar sezonu yarışlarının iddialı bisikletçilerinden biridir.
2025 yılındaki Paris- Roubaix, parke taşlarla kaplı, tozlu, çamurlu ve yıpratıcı özellikleriyle her yıl olduğu gibi zorlu koşullar altında gerçekleşti. Van der Poel bu zorlu yarışı parkurun tüm kirliliğine rağmen beyaz bisikletini, çoraplarını ve ayakkabılarını neredeyse hiç kirletmeden birincilikle tamamladı. Yarışı anlatan sunucular bile onun çamurlu yollarda bu kadar temiz ve diri kalmasına şaşkınlıkla dikkat çekti.

Peki nasıl oluyordu da çoğu bisikletçinin çamura bulanmış, yorgun ve dağılmış göründüğü yarışı o üzerinde bir toz bile olmadan bitirebiliyordu. Bu sorunun cevabı aslında Federer’in açıklamalarında gizli.
Federer, çabasızlık diye bilinen algının aslında yılların durmadan usanmadan verilen emeklerinin bir sonucu olduğunu söylerken tam da bunu anlatıyor. Federer’i anladık, Van der Poel ne yapıyor ki böyle bir izlenimi izleyicilerde bırakıyor diye merak edebilirsiniz.

Van de Poel, Fransa (Tour de France) ve İtalya (Giro d’Italia) gibi dünyaca ünlü bisiklet yarışları ve tek günlük bahar klasikleri dışında, dayanıklılığıyla bilinen cyclo-cross yarışlarına katılan ender sporculardan biridir. Çoğu sporcunun daha kontrollü ve konforlu antrenmanlarla geçirdiği kış dönemlerinde o, donmuş zeminlerde, kumlu ve çamurlu parkurlarda yarışır. Diğerleri asfalt yollarda düzenli sürüşler yaparken, Van Der Poel bedenini ve zihnini en zor koşullarda sınar. Paris- Rouaix’de tertemiz kalan bisiklet ve ayakkabılar, aslında kış ayları boyunca maruz kalınan çamurun, zorlu koşulların içinde yoğrulmuş bir emeğin sonucudur.
Federer ve Van der Poel örneklerindeki yanılgı aynı noktada başlar: İnsanlar süreci değil, sonucu görür. Zahmetsiz sanılan şeyler, çoğu zaman en fazla zaman verilmiş olanlardır. Federer’in kortlardaki sakinliği, Van der Poel’in çamurlu yollarda herkesten fazla yarışması ve yarışlardaki hızı; doğuştan gelen özelliklerin değil, bolca tekrarın, sabrın, bitmek bilmeyen başarısızlıkların sonrasında gelinmek istenen hedeflerin bir ürünüdür.
Ancak bu sonuçlar, başarıya karşı olan algımızı ters yüz ettiği için her emeğin arkasında bir gürültü, meydan okuma ve kendini gösterme ararız. Oysa en büyük çaba, dışarıdan bakıldığında hiçbir çaba yokmuş gibi görünen bir dinginlik üretir. Federer’in terlemeden oynadığı maçlar, Van der Poel’in temiz ayakkabılarla kazandığı yarışlar bize aynı şeyi söyler: Asıl zor olan, emeği görünmez kılacak kadar çok ve verimli çalışabilmektir.
Federer ve Van der Poel örnekleri bize sadece başarılı sporcuların nasıl kazandığını anlatmaz. Bu örnekleri, kariyer hayatında başarıyı nasıl okuduğumuzla da ilişkilendirmek mümkün. Çünkü iş dünyasında da benzer yanılgı çok yaygındır. Bazı insanların kariyer yolculuğu dışarıdan bakıldığında hep daha akıcı, zahmetsiz ve kolay görünür. Toplantılarda sakin kalırlar, zor sorular karşısında heyecanlanmazlar, kriz anlarında soğukkanlıdırlar. Terlemeden ilerliyormuş gibi dururlar.
Oysa bu durum, zamanında yaptıkları hataların, alınan risklerin, kimsenin gönüllü olmadığı dönemlerde üstlenilen zor görevlerin, defalarca başarısız olup yeniden denenen uzun dönemli çabaların sonucudur. İstisnalar dışında, gerçekten benzer zorluk sürecinden gelip sonrasında bilgelikle işleri yönetme, geçmişte karşı karşıya kalınmış zor ve konforsuz süreçlerle mücadele ile kazanılan becerilerdir.
Bu konularla ilgili yanılgılardan bir de unvanları ya da rolleri bir vitrin gibi görmektir. Genellikle insanların sunumlarını, unvanlarını, pozisyonlarını ya da aldıkları alkışı görür ve ona göre değerlendiririz. Ancak o noktaya gelene kadar yaşanan öğrenme sürecini, içsel mücadeleyi ve çoğu zaman zorluklar içinde verilen kararları hesaba katmayız. Tıpkı Federer’in korttaki stres kontrolü ya da Van der Poel’in kış çamurlarındaki mücadelesi gibi.
Onların örneklerini destekleyecek ve bu durumu anlatmak için sıkça kullanılan bir metafor vardır: Kuğular…

Bir kuğuyu izlediğinizde suyun üzerinde zarifçe süzülürken görürsünüz. Sessiz, dengeli ve neredeyse hiç çaba harcamıyormuş gibidir. Oysa suyun altında, kimsenin görmediği yerde bacakları hiç durmadan çalışır.
Federer’in korttaki sakinliği de Van der Poel’in Paris- Roubaix’deki temiz görüntüsü de tam olarak böyledir. Biz seyirci olarak suyun üstünü görürüz. Kontrolü, rahatlığı ve dinginliği izleriz. Oysa kuğular da dahil hepsinin ortak özellikleri aynıdır: Üstte dinginlik, altta yoğun emek.
Bu nedenle iş hayatında kendimizi başkalarıyla kıyaslarken işin bu tarafını da dikkate almak gerekir. Bazılarının rahat görünmesi, onların daha az çalıştığı anlamına gelmeyebilir. Bu kişilerle ilgili bir yargıya kapılmadan önce, onların geçmişteki hikayelerini dinlemek, hangi zor süreçlerden geçtiklerini ve neleri göze aldıklarını anlamaya çalışmak gerekir.
Aziz Sancar’ın Nobel Ödülü’nü aldıktan sonra söylediği “Zeki biri değilim, çok çalışıyorum” cümlesi de bu yaklaşımı destekler. Bu söz, bir tevazu ifadesinden öte; başarıyı yalnızca zekâ ve yetenekle açıklama alışkanlığımıza güçlü bir itirazdır.
Federer’in “Benim en büyük yeteneğim çalışmayı sevmemdi.” sözü, Aziz Sancar’ın yaklaşımı ve Van der Poel’in bilinçli olarak zorlu parkurları seçmesi aynı mesajı verir: Gerçek gelişim, doğuştan gelen özelliklerden çok, bizi bir adım ileri taşıyacak tercihleri yapabilmekle ve bunların üzerinde çok çalışmakla ilgilidir.
Ben de iki kitabımı yazdığım dönemlerde, günde ortalama beş saat uyuyarak profesyonel iş hayatımı, yazarlığı ve hatta bisiklet sürmeyi yürütmeye çalıştım. Bunun sırrı konfor alanından çıkıp güçlü yönlerime odaklanan bilinçli tercihler yapmak ve elbette çok çalışmaktı.
Bu zahmeti kısmen de olsa deneyimlemiş biri olarak, kariyer hayatında kendimize şu soruyu sormamız gerektiğini düşünüyorum:
Bugün beni zorlayan ama yarın beni “çabasız” gösterecek hangi sürecin içindeyim?
Çabasız Görünenlerin Hikayesi
- Post author:Kenan CAVNAR
- Post published:18 Aralık, 2025
- Post category:Makaleler
- Post comments:0 Yorum